RAPORLAR

SURİYE İLE MÜŞTEREK GELECEĞE DÖNÜŞ

17.04.2023

SURİYE İLE MÜŞTEREK GELECEĞE DÖNÜŞ

SURİYE- Hüsn-ü Bala Çelebi

Ekim 2009’da, Halep’teki bir toplantıdan sonra soruları cevaplamak üzere Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile bir araya gelen eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ortadoğu güç dengelerini sarsan ‘Ortak Kader, Ortak Tarih, Ortak Gelecek‘ paradigmasını açıkça ilan etmişti. Halep ve Gaziantep’te Türk ve Suriyeli Bakanları Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu adı altında bir araya getiren o toplantı Türkiye-Suriye ilişkilerini yeni bir boyuta taşımıştı. Peki sonra ne oldu?





 

Komşularla Sıfır Sorun

 

Türkiye-Suriye ilişkilerindeki asıl yakınlaşma, iki ülkedeki iktidarın yakın dönemlerde el değiştirmesiyle mümkün olmuştu. Türk Dışişlerinin ‘Komşularla Sıfır Sorun’ politikası çerçevesinde Beşşar Esad’ın da angajmanıyla hız kazanan ikili ilişkiler, 2007’de, iki devlet arasındaki yatırımları ve alış-verişi arttıran Serbest Ticaret Antlaşması, ayrıca ‘siyaset ve güvenlik’, ‘enerji ve su’, ‘ekonomi’ vs. gibi başlıklar altında tüm sorunları ve konuları muhatap alan İşbirliği Mutabakat Zaptıyla dönüm noktası yaşamıştı. Ekim 2009’daki duyuru, esasen herkesin bildiğini ve bir kısmının çekinerek dillendirmediğini sesli olarak söylemek olmuştu. Aslında işte en geç o zaman mutabakatın anlamı ile olayın boyutu dış güçler için tamamen anlaşılmış oluyordu.


Pozitif Barış İçin Adımlar

 

Karşılıklı çıkar politikalarından çok öte, daha kapsamlı ve dolayısıyla pozitif barış esasına dayalı ve yeni nesil bölge siyasetine emsal olup, o anlamda da Esad rejimine itibar getirecek birçok proje masaya konuyordu. En önemlisi de sınırdaki mayınların temizlenmesi projesi ve Suriye’yi her anlamda kalkındıracak olan ve temeli 2011’de atılan Asi Nehri üzerine inşa edilecek Dostluk Barajı geliyordu. Enerji alanındaki anlaşmalar ve Arap Doğal Gaz Boru Hattı Projesi ise Türkiye’nin özellikle coğrafi konumuyla örtüşen doğal enerji köprüsü rolünü güçlendirecekti. Paralel olarak çok önemlidir ki, altyapısal ve finansal projelerle sivil hayatı da kolaylaştırarak, sosyal ilişkilerin ilerlemesini öngören mutabakat, Türkiye’nin ikili ilişkiler anlayışını diğer Arap ülkelerine de ifade etmekteydi.


 Türkiye’nin Irak’ın bütünlüğü konularındaki tutumu, ve Suriye’nin su ihtiyacı ilgili tavrı Esad iktidarının Türkiye’yle olan güven ilişkisini pekiştirmişti. Böylelikle 2008’de Israil ile Suriye arasındaki barış görüşmelerinde Türkiye arabuluculuk rolünü üstlenmişti. Netice’de Israil, Türkiye’nin Orta Doğu’daki prestij artışını engellemek üzere barış görüşmelerini sabote etmişse de, Türkiye, 2009’da Davos’taki ‘One Minute’ çıkışıyla Suriye’ye ve bölgesel barışa verdiği önemin arkasında ne denli durduğunu, bölgedeki en önemli müttefiki olan İsrail’i karşısına alarak açıkça göstermişti.


 Arap Baharı Revizyonizmi

 

Mayıs 2010’da, Mavi Marmara olayı ile başlayan dönemde Türkiye-Suriye birlikteliğinin etkisini baltalamak yönünde yeni dinamikler devreye girmiştir. Arap Baharı’ revizyonizmi bölgemize yönelik Türk Dışişlerini etkisizleştirmek ve Suriye’deki yankılarını yok etmek için Esad’ı hedef alan bir iç çatışmaya yol açmıştır. Aralık 2010 da Tunus’ta cereyan eden ve Kuzey Afrika’nın Müslüman devletlerini kasıp kavuran Arap Baharı, kışkırtılmış ayaklanmalar ve çatışmalarla, Kuzey Afrika’da yeni mecra politikaları kapsamında her alanda iyi ilişkilerde bulunduğumuz tüm eski hükümetlerin tasfiye edilip, yerlerine anti-demokratik fakat Batı yanlısı yönetimlerin tayın edilmesine sebep oldu. ‘Gezi Parkı’ olaylarıyla Türkiye’ye taşınan Bahar ve rejim değişikliği çabaları, bu dönüşümle hareketlenen Arap Yarım Adası’na da göz dağı vermiş, onları pasifize etmeyi başarmıştı. Ne yazık ki Türkiye, Ahmet Davutoğlu Başbakanlığı döneminde, demokratik reform çağrılarına Suriye’nin uyabilmesi için şart olan barış ortamı ve iktidar güvencesinin Arap Baharı politikalarının devreye sokulmasıyla yok edildiğini görmeye vakıf olamadı. Ağustos 2012’de NTV’ye yaptığı bir açıklamada ‘halka dayanan direnişi meşru’ ve doğru bulduğunu savunan Davutoğlu, ‘sancılı süreç’ olarak tanımladığı yönetim değişikliğinin, ‘yıllar değil aylar veya haftalar’ içinde gerçekleşebileceğini ima etti. ‘Esad ya Suriye halkının iradesiyle ya da mücadelesiyle gidecektir’ açıklamasıyla bölgesel imaları göz ardı eden Davutoğlu Türk Dış Politikasını geleneksel yörüngesinden çıkararak arabuluculuk ilkesinden uzaklaştırdı.  Suriye ile güçlü hukukumuz dramatik bir son bulurken, Türkiye tekrar savaşın tüm etkilerine siper olup, Avrupa’yı koruyan bir tampon bölge rolüne geriletildi.



 


Dengeli Politikaya Dönüş

Bugün anlaşılıyor ki sınır ötesi yıkımıyla da düşünüldüğünde Suriye’de on yılı aşkın devam eden iç savaş, daha dengeli bir Türk Dış Politikası gerektiriyordu. Türkiye, Rusya-Ukrayna krizinde izlediği sağduyulu, akılcı ve çok taraflı yapıcılığının meyvelerini bugünden görmektedir. Ülkemiz bölgesel barışı gereksiz risklere atmaz iken, krizin uzun vadedeki maddi yükünün altına girmekten de kurtulmuştur. Soçi’de bir araya gelen Türk ve Rus heyetlerinin uzlaşmaları doğrultusunda siyasi ve ticari ilişkilerin hatta genişletilmesi söz konusu olmuştur. Bu vesileyle de hem Libya hem de önemli olarak Suriye’nin siyasi ve toprak bütünlüğünde mutabık kalınmış, bölgemizi daha da rahatlatmak adına özellikle terör örgütlerine karşı mücadelede ve Suriye ile müşterek sınırların korunması konularında dayanışma ve eşgüdüm kararlılıklarını belirtirken, Esad ile yakınlaşmaya açık olduğumuz mesajını vermiştir.

Türkiye’nin bu tavrı bazı çevrelerce siyasi rotadan şaşma olarak anılsa da, bu işin mantığı içerisinde geleneksel tutumumuza, dengeli ve akılcı siyasete gecikmeli bir geri dönüş olarak değerlendirilmelidir. Aynı şekilde bu yakınlaşma mültecilerin en azından bir kısmının bir gün kendi vatanlarına geri dönüşlerini kolaylaştırmakla kalmayıp, tekrar topluma entegre olmaları için gerekli güven ortamının garantörlüğü anlamına da gelmektedir. Türkiye bu rolü kendi ülkesinde yıllarca huzur içinde sahiplendiği mültecileri için üstlenmektedir zaten. Artık bölgesel barış ve ulusal çıkarları adına güvenlik çemberini sınırlarından çok öteye, iç ve dış huzurunu bozacak diğer bölgeleri de koruyacak şekilde genişletmek durumundadır. Nitekim bugün güney sınırımızda oluşturulan “Güvenli Bölge”de yaşayan mültecilerin her bakımdan daha da güvenli ve sorunsuz yaşayacakları ortamların oluşturulması gibi meselelerimiz de var. Suriye ile yakınlaşma bu anlamda akılcı politikalar gereği çok mantıklı bir adım değil midir? Hatanın neresinden dönülse müşterek geleceğe doğru o ölçüde kârdır.